27 Ağustos 2012 Pazartesi

AŞKIN BOYUTSAL DERİNLİKLERİ




Bizde anlamlı bir bakış, gamzeli bir gülümseyiş, büyük aşkların doğmasına neden olan ufacık ayrıntılardır. Bu yazımda aşkı sorgulamak için burdayım. Aşk...

Aşk bizde genellikle “Doğu’ya özgü bir ilişki biçimi” olarak değerlendirilir. Mecnun’u çöllere salan Leyla, anaerkil toplum özelliklerini yansıtması bakımından çok önemlidir ve “Doğu”lu kadının kendine olan özgüvenini artırır. Şirin için dağları delen Ferhat hikâyesi geleneksel sözlü halk edebiyatının vazgeçilmezleri arasındadır. Hatta kutsal metinlerde bir iftiranın kurbanı olarak işlenen Yusuf... “Yusuf ile Züleyha” hikâyesinin aşk kahramanı olarak çıkar karşımıza. Oysa aşk evrensel bir duygudur. Yani köleci toplumlara veya doğu feodalizmine özgü bir “ilişki biçimi” değil, insan yüreğinin derinliklerinde uyuyan, uykuda sessiz bekleyen potansiyel bir güçtür. Yeraltında, binlerce kilometre derinlerde, madeni eriyiklerin arasında sessizce akan harlı lav ırmakları gibi sessizdir. Koşulların olgunlaşmasını bekler. Ortaya çıkacağı koşullar oluştuğunda da tıpkı bir yanardağ gibi ateş püskürtür. Aşk, bir duygu patlaması, duygu sağanağı, duygu fırtınasıdır. Yani bir duygudur aşk... sevgi duygusunun insan eli değmemiş zirveleri, içinde her an patlamaya hazır kızgın lavlarıyla sevginin buzullu zirveleridir –ki, oraya çıkmak çok zor, bazen imkansızdır. Zahmetli, çileli, meşakatli bir yoldur. Bu bakımdan sanki ilahi bir boyutu da vardır.

Fakat aşkın başka realiteleri de vardır. Aşk mesela onu yaşayan kişi nasıl algılıyorsa öyledir. Göz göze gelir, bakışır, bir anda aşık olur. Karşılıklı etkileşim, -ki içinde çoğunlukla cinsel çekicilik vardır, o kişi tarafından “aşk” olarak algılanır. Bir toplumun değerleri, kültürü, gelenekleri de biçimlendirir aşkı. O topluma ait kültürel birikimlerin bir parçası haline gelir. Şiirler yazılır, şarkılar söylenir, filmler çekilir. Sonunda öyle abuk subuk, öyle klişe, öyle şablon hikâyeler ve ilişki biçimleri çıkar ki ortaya, o ilişkiler ilkel toplumlara “aşk” diye pazarlanır.

Aşk eğer evrensel bir duyguysa, “Doğu”da da, “Batı”da da yaşanır. Yaşanmaz aslında, derinden etkilenerek hissedilir. Mesela “Romeo Julia” klasiği böyledir. Mesela Antik Yunan mitolijileri akıl almaz aşk hikâyeleriyle doludur. Öyle ki, bu işin “tanrı”ları veya “tanrıça”ları bile vardır. Mesela Aşk Tanrıçası Afrodit... Yattığı erkeklerin sayısını kendisinin bile bilemediği Eski Mısır Kraliçesi Keleopatra’nın yaşadıkları “aşk” mı bilmem, çünkü yattığı erkekleri zehirleyerek öldürdüğü de söylenir, ama Yunan mitolojilerinde adı sıklıkla geçen Medusa’nın yaşadığı gerçek anlamıyla trajik bir aşktır.

Çünkü aşklar bazen trajediye dönüşebiliyor. Onu kıskanan bir cadı, güzeller güzeli Melisa’nın saçının her telinden bir yılan çıkarıyor. Akdeniz kıyılarında rastlanan başı yılanlı Melisa kabartmaları hala turistlerin ilgisini çekmektedir.

Çağdaş Türk Edebiyatı’ndaki aşklar bence daha benzersiz oluyor. Geçenlerde bir çırpıda okuduğum Vehbi BARDAKÇI’nın “Kelebek Vadisi” adlı romanında böyle benzersiz bir aşka tanık oldum. Siyasi nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalan “Doğulu” Oktay ile, Doğu’nun egzotik kültüründen etkilenen ve bu kültüre ilgi duyan Batılı Dorina’nın aşkını keyif alarak okudum. Ve orda şunu anladım. Aşk aslında çoğumuzun sandığı gibi içinde cinsel çekiciliği barındıran çoşkulu bir duygu hali değildir. Aşk, Vehbi BARDAKÇI’nın tanımlamasına göre, bir benliğin başka bir benlikte yok olmasıdır. Aşık olan insanda benlik duygusu yoktur artık. Yatan, uyuyan, yiyen, içen, gezen, konuşan kendisi değildir. Yok olup gittiği benlik vardır, kendisi yoktur. O benilkte kaybolmuştur. Aşk ortaya çıktığında, aşık olan yok olmuştur. Yok olup gittiği benliğin damarlarında akarak onun kalp atışlarıyla buluşur.

Aşk, iki benliğin tek benlikte erimesi ve yok olmasıdır. Yani aşık olan kişi kendi benliğinden vaz geçecek. Var mı böyle aşk günümüzde? Ya da sizi kendi benliğinizden vazgeçirecek biri... Dağ gibi egosuyla önünüze dikilen, bencilliği ayyuka çıkmış tüketim toplumunda böyle biri var mı gerçekten? Günümüzün aşıkları bırakın kendi benliklerinden vazgeçmeyi, aşık olduğu kişiden havuzlu bir villa, pahalı bir takı, lüks bir otomobil koparmaya çalışır. Eğer artık alabileceği bir şey yoksa aşkı hemen biter.

Yine Vehbi BARDAKÇI’nın “Özgürlük” adlı romanında Kızılırmak Erciyes’e aşık olur, fakat kavuşmaları imkansızdır. Güneş, uğunarak, ağlayıp çırpınarak, Karadeniz’e doğru akıp giden ırmağa, “eğer sen kendi benliğinden vazgeçersen, ben seni Erciye’le buluştururum” der, Kızılırmak buna razı olur. Güneş ırmağa olanca sıcaklığını gönderir, ırmak buharlaşır uçar, gökyüzünde bulut olur. Artık o ırmak değildir, kendi kimliğinden, ırmak kimliğinden, öz benliğinden vaz geçmiş ve bulut olmuştur. Bulut kar olur ve Erciyes’in başına düşer. Erciyes’in zirvesindeki buzullar, aslında Kızılırmak suyudur. Ama artık su değildir, kendi benliğinden vaz geçip buzul olmuştur. Başka bir benlikle, Erciyes’in o yüce benliğiyle bütünleşmiş, onunla bir olmuştur. Erciyes’le buzulun birbirine çok yakıştığını gören güneş, dört mevsimde hep birlikte olmalarını ve sonsuza kadar birlikte yaşamalarını ister. İşte bu nedenle yaz ve kış mevsimlerinde Erciyes’in buzulları hiç erimez. Buzullar eriyip aksa, su olup ırmağa karışacak ve tekrar eski kimliğine, eski benliğine dönecek, o zaman da aşk bitecektir. Ünlü yazarımız Vehbi BARDAKÇI’ya göre, Erciyes’in başından hiç eksik olmayan buzulların hikâyesi budur. Ben de onun yalancısıyım.

Melike Melis Öneş
22 Ekim 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder